10 Nisan 2012 Salı

Dansa Davet / Ayakkabılarımda Cennetin Kanatları Var!



Bir lisan düşünün ki hem İngilizce gibi evrensel hem de tek bir kelime etmeden anlaşabiliyorsunuz. İşaret dili bile ülkeden ülkeye farklılık gösteriyorken; acınızı, aşkınızı, hüznünüzü, sevincinizi tüm insanlığa doyasıya anlatabiliyorsunuz. Gelin biraz daha doğaya inelim. İğnelerinden muzdarip olduğumuz arıların dans ederek yönlerini bulduğunu biliyor muydunuz? Peki bir anda, herhangi bir şarkının bedeninizi hemen kavrayarak, sizi bir yerlere götürdüğü olmadı mı? O halde, Nietzsche “Dans etmeyen Tanrı benden uzak olsun” der de bizler olduğumuz yerde durur muyuz?

Gecenin bir yarısı. Birçok kulağa "gürültü" niyetine gelen bir müzikle gözlerimi kapatıp, ayaklarımda kalan son dermanla bedenimi özgür bırakıyorum. Oradan oraya yavaş yavaş sallanarak başlıyorum. Etrafıma bakıyorum, ayrı ayrı eksik herkes. Günlük hayatın kaosu, Pazartesi başlayacak yeni haftanın kasveti, peşinde olduğumuz ama belki de önemini dahi henüz kavrayamadığımız amaçlar, ruhumuzun ve bedenimizin ihtiyaçları hep yakamızda. Yaptıklarımız, yapamadıklarımız, söylediklerimiz, söyleyemediklerimiz, içimizde kalanlar her daim bir yerlerde safları tutmuş. Dilden dile dolanan "Carpe Diem" felsefesi geldi aklıma. Bunun anlık olduğunu bilsem de, beni o an ayakta tutan, bedenimi müziğe, kafamdaki diğer her şeyi de geride bırakmaktı. Aslında bu kadar basitti işte. Sadece o an bile hayat çok güzeldi. Bırakalım kontrol bedenimize geçsin. Etrafta bizi izleyen kimse yokmuşçasına dans etmek için, geçmişten günümüze pistleri boş bırakmayan klasiklerden kendimize bir şarkı tutalım!
Dansın doğuşu her ne kadar insanın kendi ritmini bulduğu ilk çağlara dayansa da, birçoğumuz için dans, annelerimizin yüzlerinde tebessümle izlediği müzikallerle doğdu. Aklımıza kazınan “Grease” müzikalinde “You’re The One That I Want” şarkısında ışıldayan yıldızlar gibi dans eden John Travolta ve Olivia Newton John’u kim bilir kaç kere aynı tebessümle izledik. Yetmişli ve seksenli yıllarda tüm dünyayı kasıp kavuran, günümüzün ana akımı olacağının sinyallerini daha ilk günden veren pop ve disko kültürü yavaş yavaş kanımıza işlerken, başımıza Michael Jackson gibi bir kral ve Madonna gibi de bir kraliçe gerekliydi elbette. Henüz girişini duyar duymaz bedenimizin fitilini ateşlemeye başlayan “Like a Virgin”in gece kulüplerinde hala en çok çalınan, günümüzün en iyi dans şarkılardan biri olması tesadüf değil. Tıpkı; dünya çapında kabul görmüş, gelmiş geçmiş en iyi dans figürlerinden birinin hala “Moonwalk” olmasının basit bir tesadüfle açıklanamayacağı gibi. Pop müziği kralı Michael Jackson’ın doğduğum yıl olan 1983’te “Billie Jean” ile hayatımıza kazandırdığı “Ay Yürüşü”nü hangimiz küçük bir çocukken yapmayı denemedik ki? Kimi zaman birbirimizin arkasında uzun trenler oluşturduk, “Lambada” dansıyla eğlendirdik bünyemizi. Dans ederek mutlu olmayı istemek daha çocukluktan girdi hepimizin kanına.
Duyguyu ve düşünceyi bedenle aktaran tek evrensel dilin dans olduğunu özellikle 70’li ve 80’li yılların müzik endüstrisi hızla kavramış olmalı ki, günümüze kadar uzanan pek çok hit şarkı kazandırmış dans kültürüne. Yetmişli yılların en iddialı dans şarkılarından Donna Summer’ın “I Feel Love”ı, “Got the wings of heaven on my shoes, I'm a dancing man and I just can't lose / Ayakkabılarımda cennetin kanatları var, ben dans eden bir adamım ve kaybedemem” dizeleriyle hala bize enerji veren Bee Gees’in “Stayin’ Alive”ı, 2006 yılında kaybettiğimiz soul ve funk müziğin babası James Brown’ın “I Feel Good”u, Rick James’in “Super Freak”i, “Bütün kızlar toplandık” temalı partilerin vazgeçilmezleri olan Gloria Gaynor’ın “I Will Survive”ı ile Cyndi Lauper’ın “Girls Just Wanna Have Fun”ı uzun bir Cumartesi gecesi dans etmek isteyen bünyelerin yardımına koşmaya devam ediyor. Günümüz müzik dünyasının en büyük pop yıldızlarından biri olarak gösterilen Jennifer Lopez’in de “I’m Glad” klibinde saygı duruşunda bulunduğu “Flashdance”in Oscar ödüllü şarkısı “What a Feeling” ve dünya çapında 6 milyonun üzerinde satış rakamına ulaşan The Weather Girls klasiği olan “It’s Raining Men” de tüm zamanların en iyi dans şarkıları listelerinde üst sıraları hala kimselere kaptırmıyor.
Dans pistlerinde yoğun talebin yaşandığı ve müziğin de kendi arayışını sürdürürken en üretken dönemini geçirip günümüze yön verdiği doksanlı yıllarda dünya müziği elektronik öğeleri tanıdı. Türkiye kanadında ise; kapı gıcırtısına bile tepki vermemiz, günümüzün oryantal dansının temellerini atan, dönemin dans üçlüsü “Mezdeke” ile başladı. Hala büyük pazarlardan biri olan oryantalin bu üç gizemli kadını, şüphesiz ki “Ya El Yelil”le bizleri dans ettirmeye ve oryantal dans müziği denince akla gelen ilk isimler olarak anılmaya devam ediyorlar. Türü, figürü, felsefesi, müziği ne olursa olsun, dans özgürlüktür. Özgürlüklerimizin birer birer elimizden alındığı bu günlerde; bedenimiz de utanıp, sıkılıp, çoğu zaman içine kapansa da, belki de çocukluğun tüm güzelliği özgürce dans etmekte saklıydı. İlkokul çağlarında, benimle aynı döneme mensup ve müzikal anlamda Türkiye sınırlarından öteye gidememiş olan birçok hemcinsim gibi benim de idolüm Yonca Evcimik’ti. Doksanlı yılların henüz başında, Türkiye’de ilk kez koreografiyi ve dans müziğini birleştiren, bir de üstüne üstlük kendini sahnede bu denli özgür bırakabilen bu kadına “Abone” olmamak mümkün değildi. Biz Yonca Evcimik ile meşgulken bu sırada; doksanlarda elektronik altyapılar ve rap vokallerle tanışan Avrupa ve Amerika ise Michael Jackson’ın, klibinde ırkçılık tabularını elinin tersiyle yıktığı “Black or White” ile dans ediyordu. Doksanlarda hayatımıza giren pek çok klasik daha vardı elbette. Geçtiğimiz günlerde sandığından çıkarıp, Super Bowl gösterisinin açılışını yaptığı “Vogue”un gösterişli şovu ile sosyal medyada paylaşım rekoruna giden Madonna da bize “Hala en iyi dans şarkılarından biri Vogue’dur” dedi adeta. Aynı dönemin klasikleri arasında gösterilen Haddaway’in “What Is Love”ını, daha ilk sözünde herkesi dansa çağıran C&C Music Factory’nin “Gonna Make You Sweet (Everybody Dance Now)”ını, Snap!’in “I’ve Got The Power”ını, break dansla bizi haşır neşir eden Dr. Alban’ın “It’s My Life”ını, Culture Beat’in “Mr. Vain”ini, son zamanlarda solo çalışmalarıyla kulağımızın pasını silen Tracey Thorn’u müzik dünyasına kazandıran grubu Everything But the Girl’ün bıkmadan dinlediğimiz “Missing”ini, “Blade”in açılışını yaparak o meşhur kan banyosu sahnesine eşlik edip, bir de çoğumuzu techno altyapılarla tanıştıran New Order’ın “Confusion ((Pump Panel Recon Mix)"ini, her yıl hakkında öldüğüne dair çıkan haberlere rağmen “Freed From Desire”ıyla yaşayan Gala’yı, o dönemde sadece pistlerde değil düşünebileceğiniz her yerde karşımıza çıkarak artık rüyalarımıza girmeye başlamış olan “Macarena Dansı”nı yaratan Los Del Rio’yu ve tabii ki dans müziğine yepyeni bir soluk getiren, aynı anda binlerce kişiyi dans ettirerek o ortak dili en iyi konuşturanlardan Faithless’ın “Insomnia”sıyla, çocukların uzanamayacağı yerlerde tutulan robotlarımız Daft Punk’ın “Around The World”ünü doksanlı yıllardan sıyrılıp günümüze kadar gelen eskimeyen dostlarımız arasında görmeye devam ediyoruz. Gönlümde yatan şarkıyı da tatlı niyetine en sona sakladım. Müzikte bir milada imzasını atan The Prodigy’nin, klibiyle de tüm dünyayı salladığı “Smack My Bitch Up"ına “Bu Kalp Seni Unutur mu?” denmez mi şimdi?

Geçmişten bu yana dans etmek için hep güzel bir bahanemiz oldu. Bedenimiz de bu mutlu anlarımıza eşlik etsin istedik. İnsanlığın doğuşundan bu yana savaşlar kazanıldı, dans ettik. Törenler yapıldı, dans ettik. Hayatlar birleşti, biz yine dans ettik. “İlk dans şarkısı” sorunsalı ne zaman kendisini göstermeye başlasa hep yardımımıza koşan şarkılar vardı. Tüm bakışların yalnızca iki kişide olduğu o anda; kimi zaman geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Whitney Houston’un “I Will Always Love You” şarkısıyla, kimi zaman Notre Dame De Paris klasiği “Belle” ile kimi zaman da George Michael’ın saksafonu içimize işlediği “Careless Whispers”ı ya da Righteous Brothers’ın “Unchained Melody”siyle kenetlendi iki göz birbirine. “Ne varsa eskilerde var” diyenler için Berlin’in “Take My Breath Away”i, yeni neslin gelin ve damatları içinse Elvis Costello’nun “She”si hala bu özel anlara tanıklık etmeye hazır.

Bedenin kısılmak nedir bilmeyen bir sese sahip olduğunu gören müzik endüstrisi, bizi yepyeni yıldızlarla tanıştırdığı 2000’li yıllarda müziğin sesini biraz daha yükseltti.  Son albümü Femme Fatale ile küllerinden yeniden doğan Britney Spears, o yıllarda MTV’deki yılanlı canlı performansı “I’m a Slave For You” ile konuşuluyordu. Modjo, “Lady”siyle Türkiye listelerini sallarken, sözlüklerde “İngiliz alternatif rock grubu” diye geçen Radiohead, bu defa “Idioteque” ile golü ters köşeden attı. Doksanlı yıllarda Detroit Techno ile yükselişe geçen elektronik dans müziği 2000’lerde Hollanda’ya doğru kayınca, “Tüm Zamanların En İyi DJ”i ünvanını açık ara farkla kazanan ve binlerce kişilik stadyum konserlerine imzasını atan DJ Tiesto’nun “Delerium” remixi Hollanda topraklarından hızla tüm dünyaya yayıldı. Aynı yıllarda teknolojinin gelişimi ivme kazandıkça elektronik müzikle daha çok dans ettik. Röyksopp’un “Poor Leno”suyla pistlerde birbirimize daha da yaklaştık. Yepyeni bir akım başlatan The Chemical Brothers’ın bizlere oldukça tanıdık gelen arabesk sosunu kattığı “Galvanize”sini afiyetle mideye indirdik. Kendi yatak odasında, tek bir bilgisayarda kaydettiği albümünden çıkma "Drop the Pressure" şarkısıyla Mylo, o zamanlar akıllarda bu denli kalacağını tahmin eder miydi? 2003 yılında Brighton Beach’de gencinden yaşlısına 260.000 kişiyi aynı anda dans ettirerek efsaneler katına zıplayan Fatboy Slim’in “What The Fuck”ı ile hala yepyeni şarkılarıyla müzik listelerinin zirvesinde yer alan David Guetta’nın aşkı arayanların suratına acımasızca çarptığı “Love is Gone”u bedenimizin işaret dili oldu. Matkap satışlarında zirve yaptıran Benny Benassi’nin “Satisfaction”ı, o yıllarda camları sonuna kadar açık her arabadan yükseldi. Dub step’in yeni trend olduğunu göstererek en iyi dans albümü dalında son Grammy’nin sahibi olan Skrillex şu sıralar tüm dünyayı dansa davet ederken, Türkiye ise son günlerde dans etmek için rotasını Romanya’ya çevirdi. InnaSun Is Up”ıyla, Alexandra Stan de “Mr. Saxobeat”iyle bir anda yeni gözdelerimiz oldu. Bu iki güzel kızımızın ortasına da düet rekortmeni Pitbull’la, daha girişini duyar duymaz elleri havaya kaldırdığımız “Alors On Dance”in sahibi Stromae’yi oturttuk. Müzik endüstrisinin son yıllardaki en büyük projeleri Lady Gaga’nın Grammy ödüllü şarkısı “Poker Face”i ve Rihanna’nın Calvin Harris’le iş birliği yaptığı “We Found Love”ıyla yerimizde duramadık. “Yerli malı yurdun malı” diyenler de Bedük’le Portecho’da buldu içindeki dans ateşini. Son günlerde biraz daha dünyanın ritmini yakalamak isteyenlere ise Simian Mobile Disco ve Does It Offend You, Yeah? şiddetle tavsiye edilir.
Dansın dili, dini, cinsiyeti, rengi olmaz dedik bir kere. Ruhunu özgür bırakabiliyorsan, sıra bedenine gelir. İster flamenkoyla, ister modern dansla, ister halayla, istersen de bir yurdum gerçeği olan kolbastıyla ya da kendine özgü figürlerini yaratan apaçi dansıyla özgür bırakırsın kendini. Dansın, tüm dünyada kabul edilen tek ortak dil olmasının sebebi de içindeki bu büyük özgürlük enerjisi değil midir zaten? Sözü Emma Goldman’ın o meşhur sözüyle bitirirken, bir yandan da başlayalım o halde bedenimizi ateşlemeye: “Dans edemediğim devrim, devrim değildir!
Dansla kalın!

46 Magazine - Dance Edition
Mart-Nisan 2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder