Günümüz dünyasının en büyük psikolojik silahı: Acı. Kurşunları her birimizi en azından bir kereliğine bile olsa sıyırıp geçmiş olan, belki de yeryüzünün en yaralayıcı silahı. Kimi zaman acımasızca kendimize yönelttiğimiz kurşunların açtığı o yaralarımızın kabuk tutmuş izleriyle geçirdiğimiz hayatlarımız elimizde kalan. İnsan en büyük yalanları kendisine söylüyorsa, yine kendimize sormaktan kaçtığımız o soruyu karşımıza çıkaralım: Ne zaman acıya böylesine tutunur olduk?
Tarihinde savaş, acı ve gözyaşı olmayan bir ırk neredeyse yok. Doğum anıyla beraber kodlanmış olan korku, insanın her döneminde yaşadığı acıyı da beraberinde getirdi. Yalnızlık, güvensizlik, ayrılık, ölüm ve içimizdeki daha nice korkunun kapısı hep tek bir yere, acıya çıktı. Önce çocukluk acılarımız vardı, ardından ergenlik acılarımız geldi. Gözyaşlarıyla yastıkları ıslattığımız duygusal şarkılarla büyütüldük.
İlk izlediğimiz filmler, kederli gözleriyle bizleri de ağlatan Ayşecik’in, Ömercik’in filmleri oldu. Endüstri de acının sattığını fark edince, geçmişten bu yana dramı ve acıyı hep bir parçamız olarak içimizde taşıdık. Çocukken yere düşüp dizlerimizi kanattığımız zaman, bunun normalliği yerine etrafımıza toplanan aile üyelerinin paniği, insanın acıyla yalnız kalarak baş edemeyeceğini empoze etti her birimize. Acının nasıl yaşandığını etrafımızdan öğrendik. Öğrenilmiş acının tepkilerini gösterdik. Kaçınılmaz son bu noktada geldi işte. Zamanla, acıyla beslenen bir toplumun bireyleri olup çıktık hepimiz.
Beklentilerimizin karşılanamadığı durumlarda kendi hayal kırıklıklarımızı yaratıyoruz. Onlara acının rengi olan siyahı giydiriyoruz. Acının çoğu zaman zevk veren, dayanılmaz cazibesine kapılıp, hüzne alıştırıyoruz kendimizi. Ne zaman sıyrılmaya çalıştığımızı fark etsek, hep işin kolayına kaçıyoruz. Güçlü bir uyuşturucuyu damarlarımıza enjekte eder gibi, alıştığımız acının kucağına atıyoruz yine kendimizi. Siyaha düştüğümüz ya da geçmişte yaşadığımızı fark ettiğimiz o anlarda, yaşadığımız acının getirisi ve götürüsü farklı terazilerde ölçülüyor. Bir süre sonra yaşam biçimi haline gelen acıyla hepimizin baş etme yolları da farklı. Kimimiz etrafına sıçratmadan yaşıyor acısını, her geçen gün içinde daha da büyütüp acının farkındalığıyla bilgeliğin kapısını aralamaya çalışıyor. Kimisi de paylaşarak ya da acısını etrafına kusarak içini temizlemeyi deniyor. Hiç dibe vurduğunuzu düşündüğünüz bir anda, aslında neden bu kadar üzüldüğünüze durup bir baktınız mı? Acının bencil yüzüyle karşılaştınız mı? Acıyı besleyip büyütenin yine kendiniz olduğunu fark ettiğiniz o tarifsiz anda, acının yavaş yavaş yok oluşunu izlediğinizde dünyanın en büyük icadını bulmuş gibi hissedeceksiniz.
Tüm bunların yanında acının insanı büyüten etkisini de inkar edemiyoruz. Yaşamdan herhangi bir anlam bulamayacağına inanmış ve mutsuzluğu kabullenmiş karakterlerin yaratıcısı Chuck Palahniuk, karanlığı ve sessizliği buluşturduğu o noktada acının sakinleştirici etkisini altın tepsiyle sunuyor önümüze. Modern hayatın getirdiği acılarımızdan kimimiz ufak bir parça alıyoruz kendi payımıza, kimimiz de o boşlukta sallanmaktan zevk alıyoruz. Gerçeklerin acı olmasını kabullenememek, tüm bunlarla yüzleşme cesaretini elinin tersiyle iten, farkındalıktan bi’ haber, robot gibi bireyler yaratıyor. Ardından da baştan sona inkarlarla yaşanmış bir hayatı…
Bugüne kadar inanıp tutunduğumuz her şeyin aslında görünenden çok daha farklı olduğuna şahit olmak, dayanılmaz acının kollarına itiyor bizleri. Ardından da büyük acıların yol açtığı hissizliğin sessiz kurbanları oluyoruz. Büyük acıların yarattığı tahribatların yerini dinginliğe bırakıyoruz. Tebessümlerimiz başka, bakışlarımız başkalaşıyor. Bir de yapışmıyor üzerimize lekeler eskisi kadar. Etrafımızla güle oynaya konuşurken, kendimizle işaret diliyle anlaşıyoruz. Çok sert düşüyoruz kimi zaman. Ayağa kaldırılmayı bekliyoruz. Hayat nasıl isterse öyle akıyor akmasına da, siyaha düşüp acının kurbanlarından biri olmak istemiyorsak eğer geriye tek bir şey kalıyor. Acının her bir evresini, yıllardır içimize işleyen Sezen Aksu’nun işte bu cümlesine güvenmek:
Hiçbir acı sonsuza dek sürmez…
Bugüne kadar inanıp tutunduğumuz her şeyin aslında görünenden çok daha farklı olduğuna şahit olmak, dayanılmaz acının kollarına itiyor bizleri. Ardından da büyük acıların yol açtığı hissizliğin sessiz kurbanları oluyoruz. Büyük acıların yarattığı tahribatların yerini dinginliğe bırakıyoruz. Tebessümlerimiz başka, bakışlarımız başkalaşıyor. Bir de yapışmıyor üzerimize lekeler eskisi kadar. Etrafımızla güle oynaya konuşurken, kendimizle işaret diliyle anlaşıyoruz. Çok sert düşüyoruz kimi zaman. Ayağa kaldırılmayı bekliyoruz. Hayat nasıl isterse öyle akıyor akmasına da, siyaha düşüp acının kurbanlarından biri olmak istemiyorsak eğer geriye tek bir şey kalıyor. Acının her bir evresini, yıllardır içimize işleyen Sezen Aksu’nun işte bu cümlesine güvenmek:
Hiçbir acı sonsuza dek sürmez…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder